Aralık 27, 2012

uzak

insan, kibirinden kendini görmüyor. kendi, insan'a değer vermekten uzak bir düşüş'ün zirvesinde. çok uzağında kalıyor affetmek'in. affetmek, kendinden başlıyor; çok uzağındaki kendinden.

her sözden haberdar,
kendinden başka.

Kasım 25, 2012

lay lay lay

yok akıl. yok hayal. yokum.

"kimi kime anlatıyortum. patlamış bir balonum sanki."

Eylül 09, 2012

drama

meleklerin kanatlarını göremediği için benden daha akıllı olanlara sevgim, eşyalarımı sevmemden farksız kaldı. karşılıksız, unutulmaz, geçici.

ya da sadece farklıyız. farklı olmak tarif edilemez. yeni'den başka; alıştığım her şeyden daha güzel. al içinde yeşil, unutulmaz, geçici.

o yüzden diyemeyiz; kanatsız da sevenin mi, kanadı görmeyenin mi sevgisi âlâ.

Ağustos 25, 2012

tutarsızlar

öldükten sonra, gömülene kadar yaşamaya devam etti. o kadar devam etti ki, neredeyse unuttu herkes öldüğünü. güzel meşgaleler edindi, meşgale oldu.
oysa konuşmadan geçen birer saatler, koşuşturmacalarla geçen günlere yeğdi.
gerçekleştirilen beklentiler, bırakın karşısındakini, kendine bile zorla itiraf ettiği hayallerinin yerini tutmadı.
yolunu değil, kafasını değiştiren insanların yerine kimseyi koyamadı.
umudu bittikten sonra olanları değil, umutlarını özledi.
iki satır daha vardı, sildi.
iki satır daha yazdı.


Ağustos 14, 2012

aydınlanıyor yüzün beyaz

sabahın altısı serinliği

bir yaz sabahı altısında, kapısı açık balkondan sızan ışıkla gelen kuş sesleri, yüzünün karanlıkta kalan parçasına karışır.

vakti gelir, suretlerimiz birbirine bakar-uyur.

geleceğin anısını anmak sabahın ilk ışığında

şimdi, dün için ağlamak yerine önümüzdeki kış için beklenir.

sevmek nedir; bu soru aldı beni götürdü, satamadı getirdi...

sevmek serin ve uzak, sabahın ilk ışığında sevmek

bilinmezin derinliği

bir yaz sabahında -aydınlanıyor yüzün beyaz- seni sevmek'e karışır.

Published with Blogger-droid v2.0.6

Ağustos 10, 2012

sözde

konuşabildiklerimi yazamama durumu içerisindeyim. herkesle değil, kendimle konuştuklarımı... çünkü dil, gramer, biçem adı neyse, tüm bu estetik ve iletişsel kaygılar, anlatmak istediğim konunun bir parçasını yiyip bitirmekte.

kendimle değil, annemle konuşuyormuşum gibi görünüyorum. evde beni sabırla dinleyebilen tek kişi odur görünürde. fakat uzun yıllardır kendimle konuştuğumu biliyorum. sessizliğe boğulduğum saatlerde neden kaçtığımı da anlıyorum; çünkü düşünmeye başlıyorum -çok tehlikeli, pek çok tehlikeli-. bilgisayar, arkadaşlar, okul, yollar... beni sadece düşünmekten alıkoyuyorlar. sonra üretime geçmek niyetinde olduğumda, neden bir şey düşünemiyorum, neden eyleme geçemiyorum, işte en derinliklerime inip sorunun temelini bile buldum, fakat çözüme neden ulaşamıyorum diye baş ağrıları yaratıyorum kendi kendime. çözümüm için sessizliğe ihityacım olabilir.

yazıya dökemiyorum; ruhumun kendi kendine -görünürde beni tek dinleyen kimse olan anneme- defalarca kez ilkmişcesine keşfettiği gerçekliklerini dile getirişini. herkes birbirinin emrine amade, her üs sadece elindeki silahı altındakine doğrultabilmekte. birbirini korkutan, öfkelendiren, sindiren halkalardan demir oluyoruz. demiri suya atıyorlar, bir şeye "yarıyoruz".

başka birisi dinlemeye geldiğinde -ya da şans eseri duyduğunda- sözlerimi, korkum hemen sahneye çıkıyor. rolü büyük. bir korkağı, bir sümsüğü, bir hiçkimseyi oynamak konusundan benden daha iyi oyuncu bulamazsınız. kendime olan öfkem, hayakırıklığım beni sarsıp duruyor; öylesine çok sarsılıyorum ki, net hiçbir şey göremiyorum. hayatımda net olan bir şey yok diyorum; "sağlıklısın, ailen yanında, çok iyi bir okulda eğitimine devam ediyorsun, seni seven insanlar var", diye cevap veriyorsunuz. zaten bize de buna itaat etmek öğretilmedi mi? bu sayılanlara itaat edip, onların üstünlüğüne kanaat getirmek. ve böylece (sözde) "mutlu" olmak.

her düşünmemde, her bunalışımda, karşımdaki zayıf bir insan kendini kaybettiğini farkettiği için ufacık bir an, ağlıyor. oysa konuşurken, üzerek bilinçlendirme gibi bir niyetim yok. belki de insanları inandıkları, itaat etmeye mahkum edildikleri mutluluklarında bırakmak gerekiyor bir noktadan sonra; hele de yaşça büyük kimselerse. tıpkı çocukların henüz linç edilmemiş, işkencelerden geçip sürgünlere yollanmamış, ırzına geçilip öldürlmemiş kendi kaçış (burada bahsettiğim, yeni bir "itaat etme-mutlulaştırılma" sistemine geçiş evresinin; "alışmak" fiiilinin acısından kaçıştır), varoluş (en azından kendi hayalgücü sisteminde) umutları gibi; yaşlıların da sonradan alışageldiği -bir zamanın zorlu yenisi olan- itaatları, mutlulukları, huzurları aynı denli korunmaya, sakınılmaya aç.

böyle bakınca, hayat iki evreden oluşuyor gibi; topluma karışmadan önce (bir bütünün parçası olmadan önce) ve karıştıktan sonra evreleri. tamam, ben size uç kuruşluk bilgimle toplumbilimi yapacak değilim; bir bütüne parça olabilmenin -hele de farkındalıklarla dolu bir çaresizken- sancılarından bir seçmece yapıyorum. seçmece yapıyorum diyorum ya, bu sancı, konuya girmemi bile engelliyor. dahası dediğim gibi, kendime haykırdıklarımı yazamıyorum. üzerinde bir dolanıp, iki türkçemizi kullanıp sakinlemeye bakıyorum.

sessizliğin içinde düşüncelerim birbirini izlerken, birbirini çürütmye, birbirine saldırmaya, birbirini pohpohlamya koyulurken, kendime konuştuklarım belki sandığımdan çok daha azdı diyorum bir an. yazdıklarım ondan da az... okuyacaklarınız bundan da az... en iyisi, bu yazımı okumayın. eğer yazımı yayınlamazsam hiç düşünmemiş sayacağım kendimi, ama siz bu yazıyı okumayın, indandığınız aşkına. emin olun, siz yazımı okumayın diye bu uyarımı yazımın sonunda yaptım. zira, evvelden belirtseydim çok daha fazla okuyacaktınız.


Ağustos 03, 2012

ben korkak.




hakkında ne düşündüğümü bitince mi söyleyeceğim?
şimdi düşünmek yok, yaşamak var.
- düşünmeden yaşamak yok.
tadını tutturdum, tarifini bitince mi yazacağım?
şimdi düşünmekten kaçınabildiğim bir yaşamak var.
insan yerine konulduk
ya bunla tatmin olmasını bileceksin, ya da aynı cehenneme döneceksin bebek!

nereye varacağını göremeyeceğim. 
çünkü bu zaten sizin hikâyeniz.

Temmuz 22, 2012

kıskanmak

öyle kıskanıyorum ki
kendi ömrümden bir günü
belki de iki
zorlasam üç olur o ya
ben hiç öyle mutlu olamadım.
ah, içini bilmek isterdim
içinde yazar; o da öyle kıskanır mı
şimdi denemelerim yok değil.
yok, değil...

Temmuz 12, 2012

hakkımda hiçbir şey bilmiyorum

23 yıldan sonra şans gelecekmiş. rivayetini öptüğümün, aslında tek ihtiyacım olan kaşlarımı yukarı kaldırmamayı öğrenmek (3 numaralı bakışımı kastediyorum). 

bu sabah kahvaltısındaki psikolojik çıkarımım; anneciğimin, kardeşim ve ben çocukken gittiğimiz misafir evlerinde yiyip içeceklerimize karşımasının günümüzdeki yansıması olarak, sosyal ortamlarda kişisel bir kararsızlık eğiliminde olmamıza sebep olduğu yönündeydi. bu, sayılı birkaç şey arasındaki kararsızlık da değil; bu herhangi bir kararın net olarak olmayışı. çünkü her zaman, bizden daha iyi düşünecek, bizim adımıza düşünecek birilerinin oluşu; bizim karar verme fiilinden ehliyet almamamış olmamızın ta kendisi.

iyi değilim. bedenim sürekli diğer insanların emirlerini yerine getirmek üzere besleniyor, enerji depoluyor, temizleniyor, yağlanıyor, ballanıyor. eh, iyilik bunun neresinde? kendi başıma toprağın dibinde, toprağı yürümek istiyorum. bütün toprağı, onun yüzeye en yakın olan yerinden, içinden yürüyerek bitirmek istiyorum. nefes ve ışık değil, toprağın ta kendisi etimin ihtiyacı olan. toprağı bitirmeden üzerine çıkmak istemem. soluk almaya hakkım olamaz yerin dibini görmeden. yerin güzel toprağı gözüme dolmadan, göğe yükselmek de istemem, suya düşmek de. gözüm toprak gözü olmalı. sanki toprak beni temizleyecek.

hakkımda hiçbir şey bilmiyorum. kendimi özlüyorum, velev ki parkenin üzerinde hayal kurup resimler karalayan ufaklık benim evladımmış gibi. kendime duyduğum aşkla nefret arasında kimseye ihtiyacım yok. çok bağırdım, sesim kısıldı. bir de nefes alırken acıyor. hem de hiçbir şey güzel olmayacak. çünkü hayallerimden uzak.

Temmuz 09, 2012

laf, kavga, insan

laf

"Bugün bozuk paralarımla konuştum. Bir yumurtayı sütle çarptım, ve kırmızı perdelerime yeşil benekler diktim. Kapı gıcırtısından şarkı sözü türettim, hayata kahve kokulu anlamlar aradım, laf söyleyen balkabağıyım; kastım, kastım kastım..."

taklit yapmaya çalışırken bile özgün oluyorum ya.. neyse, maksadım böbürlenmek değil. bu tarz saçma sapan yazan kızlardan irite oluyorum. eeh, herkesi de ben sevmek zorunda değilim ya. her önüne gelen kızı sevmeyi sevenler sevsin.
sevişin (anasını satayım)

kavga

insanlar kavga ederken karşıtını enlice bir düşünebilse kavga kaliteleri de artacak ki, yaşam kalitesi dediğimiz esas şey kavgaların kalitesidir - düşünün ki en çirkin olduğumuz andaki kalitemiz, duruşumuzdan bahsediyorum -
kavga anında düşünülemese dahi, iyi bir gözlem, biraz empati bile doğru kavga için yeterli olabilir. mesela, söyleyeceğiniz sözleri ve beraberindeki ses tonunu kaldıramayacak bir kimse ile yapacağınız tartışma, hüsranla sonuçlanabilir. çünkü karşınızdaki insan, ağız tadıyla meselenin çözümüne ulaşılmadan küser ve aramızdan ayrılır.
oysa kavga dediğin, tekerrürlü veya değil, yaşandığı an içinde sonucunu bulmalı.
lafı gelmişken, ben kavga etmekten korkarım ve ona bayılırım.

insan

çok fazla insan var. çok kalabalık. çok çirkinin içinde az çirkinler var. güzeller bir var bir yok. ama eninde sonunda çok fazlalar. bu kadar fazla insan ne benim çantalarıma sığar; ne senin hikayelerinde oynar.

Haziran 24, 2012

ruzgarli yolda

Saatte yuzyirmi kilometre ile yel degirmenlerini izliyorum
İzliyorum da, ben nasil mutlu ederim seni
Saatte yirmi kilometre ile
Ustelik her seferinde ayriliyorum.

Published with Blogger-droid v2.0.6

Mayıs 15, 2012

mart 27

bir derdim var da
nasıl yazayım
ayıp olmaz mı
biraz bahar, biraz uzak, bir az ani.

Nisan 29, 2012

boğum

biri büyük; biri daha küçüğü
ya da biri küçük; biri az büyüğü
kuduz köpek köpüğü
kulağa gitmeyen öz çığlığı ile,
boğulurken çırpınan biri.
biri, bir küçüğünü boğan.
kendi kendini doğuran kadın
kendinden doğmaktan korkan bir daha küçüğü
korkarsan mı büyürsün?
korkarsam bir şarkı çal..
korkarsak ne değişir?
üç beş tane kadın topu topu..
boğulurken çırpınan biri;
kendi kendini doğurur bir büyüğü.

Mart 31, 2012

"odamın duvarından"

odam güneş alıyor.
ve sürekli havada uçuşan tozları görüyorum.
ne oturduğum yeri değiştirdim
ne balkona çıktım yaz gecesinden beri.
ilk karla beraber yastığımı ayak ucuma koydum.
poşetlenmiş kitaplarımı hâlâ çıkartmadım.
başlamadım resme.
kurduğum tuvali hâlâ kullanmadım.
hangi çekmeceye ne koyduk, bilmiyorum.
yazlık eteklerim kabanlarımla yan yana
askıda.

yarın pili bitmiş saatime pil takar evdekiler.
ben yine aynı yere otururum.
duvarda serinler başım.
tozlar akar gözümün önüne
güneşte.

Mart 24, 2012

passenger: geçme eylemini gerçekleştiren

ne yazmak istesem aklıma yollarda geliyor. yollarda geliyor aklıma, çünkü ömrüm yollarda geçiyor. hergün yaklaşık beş saatimi tıngır mıngır gider iken harcıyorum. gün geldi, kitap okuyarak geçirdim, keyifli yolculuklar geçirmiş oldum; gün geldi, not ala ala makalelerimi okuyup entellektüel toplu taşıma aracı kullanıcısı oldum; gün geldi, iyte yadigarı mp4'ümün kulaklığını takıp şarkılardan fal tuttum. bu geçen zamanlarda nice farklı yaşamsal aktiviteler gerçekleştirebilmek varken ben ve binlercemiz, zamanı noktaların arasını çizmek için kullanmak zorunda kalıyoruz.

keşke şu ışınlanmayı icat etseler.

yol da öyle çelişkili ki; hem yoruyor hem dinlendiriyor. düşünceleriyle başbaşa kalmak zorunda bırakıyor insanı; yorularak düşünüyoruz. ve niye yazmıyorsun, diyorsanız; ben ne yazmak istesem aklıma yollarda geliyor.
teknolojik olarak çağımızın gerisindeyim henüz. aç defteri yaz deseniz, ben de diyorum da fiziksel olarak müsait olamayabiliyorum; kolunu kıpırdatamayacak kadar yorgun olmak dahil...
şikayet ediyorum belki ama sanırım içinde kala kala alışmak gibi bu da. doğmadan evvel bile uzun yolculukların müptelası olmuşum.
kara tutardı, onu bile atlattım.

ilhamı yerinde kullanamayınca da yazamıyorum hâliyle. şimdi ben burada ne yazayım? kardeşimin söylediği gibi; sanal çöplük.. yazan yazana.. bu sanal çöplüğün boyutlarını idrak edecek eğitimi almadım. bu da zihnimde, sanal alemde laf salatalarından oluşan bir sorun algısına sebebiyet veriyor. bunun da yollarını düşünüyorum, cevabı yine yollarda geliyor. türk'ün aklını bilemem ama benimkinin nerde çalıştığı bellice.

sonra neyi saklasam, onlar da yollarda açığa çıkıyor. yollarda nereye çarpsam, hangi sokağın önüne gelsek, gece olunca köşedeki evin içinde buluyorum kendimi. ve ne kadar kabus varsa aynı gece görebiliyorum. gece yolculuğum olabildiğince kısa imiş; tıp öyle söylüyor. başlangıcı ve sonu olmayan yolculuklar zira kendileri.

bir de üst ölçekten bakılmış hâli var değil mi... nerden geldim nereye gidiyorum'culuk. onun kalkış ve varış merkezleri ise başka kimselerin başka yollarının bir parçası.

işte böyle yollarda zamanı yaşatanlara, bize, "yolcu" deniyor; yol-cu. ingliz dili gelip "passenger" diye isimlendiriyor; pass-enger. gramatik olarak yanlış ayırmış olmam kuvvetle ihtimal lâkin diyeceğim şu ki; fiilden üretilen isim güzeldir. "yolcu" fonetik olarak pek benimsenmiştir dilimzde ama sanki daha çok hissetiriyor öteki; noktaları kavuşturamayan, sadece çizgiler olup uzayan yolcuğumu. bu yüzden diyorum ki, passenger'ım ben; geçme eylemini gerçekleştiren.

daha fazla harf tüketmek gelmiyor içimden.
yollar hakkında adam akıllı yazmam gerekiyor belki de; durduğum bir gün.

Mart 05, 2012

beni de böyle kabul edin.

sanki öyle demiyor mu bu çalışma; "beni de böyle kabul edin." henüz rastladım, bir arkadaşımın paylaşımında.
itiraf ediyor:
her yerde ben, varolabilirm. boğaz yumruğu gibi, akıl sürçmesi gibi, gündüz uykusu gibi, bugün ne yapsak gibi. gözüm de boş bakmıyor. iki taşın arasını; zinciri kendi kollarından, dillerinden ve dişlerinden, acılı sis-temlerdeki iki taşın arasını bekleyen sistemsizim. her yere sığarım tam da bundan. her yerde ben, varolabilirim. görüyorsunuz, içinize atmayın. beni de böyle kabul edin.

mavi olsa belki; "beni de böyle kabul edebilir misiniz?" diyecekti.
sarı olsa, ben olacaktım; kırmızıdan önceki sarı.



yeşilden bahsetmiyorum bile. o, bir yalancı.

Mart 01, 2012

saman alevi

alay ediyorsak bir bildiğimiz var. kırılgan adamın zırhı, kendine gülmek biraz.
bunu bilen çok da ya şunu bilen;
öyle bir son yazarsınız ki başını da yakar.

Şubat 05, 2012

ben bana sohbetler

hayatın istediğimiz gibi gitmemesinin en sakin ve en transparan (burada transparanı çok net fark edilmeyen, geçici bir anlamda kullanmak istedim) örneklerini yaşamaya başladığım bir dilimine girdim hikâyemin. bir yerlere gidersiniz, kalabalıklar içindeki yalnızlık değildir mevzu da. oradasınızdır ama aslında orada değilsinizdir türevleriden bir seçme. yeni olana verilen tepkidir bu his yanılmıyorsam. bir insanla ilk kez görüşürsünüz, ardından o insanı defalarca kadrajınızda görürsünüz. tanıdığınızı düşündüğünüz insanlarla yeniden tanışırken bulursunuz kendinizi.
- neyin genellemesi bu ezgiciğim? kaç kimseyle paylaştın ki bu düşünceleri...
tamam; size böyle olursunuz, şöyle yaparsınız demeyeceğim. tamamen ben olayım öznesi.
bir takım deja vu'larım bir yana dursun; sürekli nedenleri, sonları, kimsenin söylemediği ama bildiklerini çözümlemeden dirileşemeyen hayat enerjim, kurgusuna dahil etmediği olaylar ve kişiler karşısında ne yöne ilerleyeceğini bilemiyor. bilmek zorunda mıdır?
işte sürekli olarak nedenleri, sonları ve kimsenin söylemediği ama bildiklerini çözümlemek, uyanık kalabilmemin formülü olduğunda, evet bilmek zorundadır.
böyle durumlarda, neydim ne oldum temalı jenerikler girerse araya şaşkınlığımı ve endişemi bir nebze sakinleştirebilirm diye umuyorum.
bir sene evvel bugünler;
- seni en çok üzen zamanı hatırladık sanki? oysa zihnim kötü anılarımı yok eder diye övünürdün...
çok ilginç bir şekilde uzunca bir satırı yazıp sildim az önce. sildikten sonra farkettim ne yazmaya çabaladığımı; iki sene evvelki bugünleri yazacaktım az kalsın.
zihinsel bir takım sorunlarım mı var yoksa benim silecekler yine olmadık yerleri mi temizlemeye başladı bilemedim...
pekâlâ, geri dönüyorum bir sene evvele; hiçbir şey bilmiyordum yine. bitirilmesi gereken işler ve bir takım özlemler içerisinde çocukluğuma devam ediyordum. hedefsizce birilerini bekliyordum. ilerledikçe zaman, bir düzeni olsun yaşayacaklarımın diye, nedenleri, sonları ve söylenmeyen bilinenleri hesaplayan, şaşıran ve endişelenen bir hâle bürünüyordum. bir vakit, büyük anlam arayan ruhum, anlamın yaygan kollarının biri içerisinde yüzüp kaybolmanın keyfine varıyordu.
- kötü senaryolar yazıyorsun ezgiciğim...
kötü senaryolar yazıyorum sanırım; tıpkı dünya hakkında bir şey bilmediğim zamanlarda dünya hakkında çizmek istediğim gibi. bir parça denemeler, olmayınca buruşturup kağıtları fırlatmalar süregeliyor. buruşturulup atılmış, yırtılmış, yakılmış veya tertemiz saklanmış... iz çıktıkça kağıtta olan olmuştur. dağınıklığım bile etki etmez, kaybetsem bile satırları yazdığımı oynuyorum.
bugün mevcut durumu ne denli iyi kavrayıp kavrayamadığımı da bilemiyorum. inşaası yeni başlayan bir yolun kenarından kenarından yokuş mu tırmanıyorum, sonunu göremeyip de birden bildiğim yola girmek üzere geri döneceğim; yoksa basit bir düzlemdeyim de -içinde yolların olmadığı- sırf yol olsun diye birbirine bağlanması gereken noktalar ve bir takım kenarlar mı çizmeye çalışıyorum?
- çok mu soru soruyorsun ne ezgiciğim... 
soru sormayı cevap almaktan daha çok sevdiğim bir gerçektir. sorarken keyif alabiliyorsam ölürken de pişman olmayacağıma inanıyorum. bu çok daha sorunsuz, sakin ve iyimser bir hayat tadı verecektir bana. öte yandan, nedenci, soncu ve söylenmeyeni bilmek isteyen sıkıntılı kimseden kaçamayacağımı da görüyorum. hem ürkütücü hem benim. hiçbir yer ve hiç kimse itmiyor henüz ve belki zemin bile kaymıyor.
karmaşalar, sadelikler, endişeler...
güç gösterisi değil niyetim, bilinçaltım yanık kek gibi zira. hem şaşırıp hem nasıl yaşıyorum diye şaşıyorum. bazen böyle garibiz.
- eh ezgiciğim, ne demişim zaten birkaç öncesinde;
  hacıyatmaz gibiyiz.

Ocak 24, 2012

çok güzel muhabbet kuşları olup da uçabilirdik oysa..






















zoolojik açıdan bakınca muhabbet kuşları değiller sanki ama sevişme kuşları olabilirler belki.

örümcek

kalp egzersizim, kırgınlıklar. diri, yenilenebilir; içi geniş ve konforlu. yönetimi duyguların ve bilincin, aynı terane. meraklı, atılgan, son model cesaretli; ayıptır övünmesi. önce yürürken, koşarken yer yer, kanadı çıkıyor zamanla; duvar örmeleri reddettikçe. 
yeryüzü burdan bakınca ne güzel.

sokmuş kalbini odanın içine, koşabiliyor diye iddia ediyor bir hürriyet.
olur mu böyle sevmek? hiç aşamamış sınırlarını, duvarların üzerinde dolanıvermiş. çok gözlü, çok bakmış. pencerelerden de görüp, kaçmış arada. kızınca bir parça ısırık, isteyince bir tutam ağ örgüsünü ustaca yerleştirmiş. bir takım sanatlar icra etmiş duvardan duvara. tabandan tavana keyif yapmış.
hür doğdum hür yaşarım, kapıyı da istersem ancak ben açarım!
çok bacaklı, çok yorulmamış.
pencereden bakıp bakıp, nasıl iş bu hâlâ böyle ilişiğiz şöyle karışığız.. diye aklına fikrine sarılmış.
hikâyenin ortasında bir cümle girmiş; bir varmış, bir yokmuş. bir yorgun, bir dargın. bir pişkin, bir vefasız. bir sadık, bir pişman. bir normal, bir yalan.
akla tutunan, beni bırak; kırılınca cılız yüreğin, ne olacak?

önce odaları terk etmek gerek,
çırılçıplak toprakta koşmak; üzerine basılıp ölmeyi göze alıp da..
sonra en güzelinden bir ağ örüp,
belki de kendini kanadıma bağlaman gerek
derken kanatlanmak
derdimiz aşksa.

Ocak 22, 2012

Ocak 15, 2012

aslında...

aslında size değer biçilmemiş
ve sizin değer biçilmelere ihtiyacınız yok
aslında tek isteğiniz
mutluluktan hayallere dalmak
mutsuzluktan şüphelere itildiniz oysa
ve sizin koşmadığınız yol yok
bir koşu bandında

ve hacıyatmaz gibisiniz.

Ocak 09, 2012

dolunay yengeç'te


dolunay yengeç'teymiş bugün.
yengeç yola bakmış.
ay tepesinde; istediğin yöne git
lâkin yan yan kaçmak yok, demiş.
yanayım o zaman, demiş yengeç.
yola bakmış; buz gibi.
yanayım mı?
kendini kedi mi sanmış.
yola bakmış; yürüyeni değil
uçanı varmış.
kanadı mı var sanmış.
yanayım mı?
uçan'ın yola ihtiyacı olmazmış.
hem,
su'yu hep yerindeymiş.
gel, demiş...


ne istediğini bilmek, haddini bilmekle pek ilişkiliymiş. haddini aşacak istekler dolunay'ın tadını kaçırırmış ancak. ihtiras sahibi olurmuş haddini bilmeyen; çöküntü, yıkıntı, en derin tecrübelerin hakimi olurmuş. ne istediğini bilmek, tahammüle bağlanırmış. ihtiras sahibi, göz bağı ile günaydın arasında parçalı anlamlar, görgüler nakşedermiş. defalarca bildiğini, baştan konuşmaya kalkan hadsiz, dilini değiştirmeye cesaret bulamadıkça...
yalnız, bir şey geliyor aklıma;
ben ekmeğin acılı ve ekşilisini severim.
tatlı yerine
su içerim, hem.
su'yum hep yerindeymiş.
-gel.
-evvela uçayım mı?

Ocak 06, 2012

mevsim sorgusu

bu geceki rüyamda, bir sınıf içinde, önce inancımızı sonra da hangi millete mensup olduğumuzu sordular.  
- A dininden olanlar? 
ve içimizden bazıları parmak kaldırdı. ben mensup olduğum B dini için parmak kaldırırken, yanımda duran o, bana dönüp uzunca baktı. ardından X kökenli olduğum için parmak kaldırdım. hatta bu konuda söz bile aldım. 
sınıftan çıktıktan sonra mutlu olmak istedim. bir koluma Y kökenli yakın bir arkadaşımı, bir koluma da A inançlı o'nu aldım. sonra o'nu bir kenara çektim. o kadar soyuttu ki o, çocukken yarattığım hayali arkadaşlar gibi. belki de yoktu. zaten bir zaman sonra, baksana yok o, gitmiş bile, dediler. 
nereye buharlaştı acaba.. hangi nesnenin içinde gizleniyor; şu telefon mu, bu gizli mektup mu.. 
bir netlik bulamadı düşüm.
______________________________________________________________________________________________

güvenmek, en ihtiyacım olan duygu. güvenmek için yaşadığımı çokça hissetmişimdir. fakat uyku'dan vazgeçeli çok oluyor. bunca güven arayan bünyeyi uyutmadan yaşatmak da öyle kolay değil. olduğu yerde yığılıveriyor insan bir vakit. yine de düşülen boşluklar bir başka çeşit savunma mekanizması kurmaya itiyor ruhu. uykuya teslim olsa bile beden, zulmsavar kabuklarını içeriden sarmaya başlıyor. 

inanmak, benim için zor zanaat. şüpheciyim, endişeliyim. hep kalamam ya tek bir tanımda. fakat hiç bir şeyin peşinde de değilim artık. hassaslığından zar kıvamına gelen duyularım işlevini yitiriyor, tüm tatlar birbirine karışıyor. ve işte bu noktada inanamıyorum.
bugün "kafam karışık".

belki de hâlâ kendimi zorluyorum. inanç zarım, yalan dedektörlüğü vazifesinden yoksun; güven kabuklarım köklerinden aldığı suyun, hangi mevsimde tomurcuk açtıracağı konusunda kararsız.
hangi mevsimdeyiz peki?


iki yabancı bahar; 
suçsuz yaz; 
kuru kış?