Ağustos 10, 2012

sözde

konuşabildiklerimi yazamama durumu içerisindeyim. herkesle değil, kendimle konuştuklarımı... çünkü dil, gramer, biçem adı neyse, tüm bu estetik ve iletişsel kaygılar, anlatmak istediğim konunun bir parçasını yiyip bitirmekte.

kendimle değil, annemle konuşuyormuşum gibi görünüyorum. evde beni sabırla dinleyebilen tek kişi odur görünürde. fakat uzun yıllardır kendimle konuştuğumu biliyorum. sessizliğe boğulduğum saatlerde neden kaçtığımı da anlıyorum; çünkü düşünmeye başlıyorum -çok tehlikeli, pek çok tehlikeli-. bilgisayar, arkadaşlar, okul, yollar... beni sadece düşünmekten alıkoyuyorlar. sonra üretime geçmek niyetinde olduğumda, neden bir şey düşünemiyorum, neden eyleme geçemiyorum, işte en derinliklerime inip sorunun temelini bile buldum, fakat çözüme neden ulaşamıyorum diye baş ağrıları yaratıyorum kendi kendime. çözümüm için sessizliğe ihityacım olabilir.

yazıya dökemiyorum; ruhumun kendi kendine -görünürde beni tek dinleyen kimse olan anneme- defalarca kez ilkmişcesine keşfettiği gerçekliklerini dile getirişini. herkes birbirinin emrine amade, her üs sadece elindeki silahı altındakine doğrultabilmekte. birbirini korkutan, öfkelendiren, sindiren halkalardan demir oluyoruz. demiri suya atıyorlar, bir şeye "yarıyoruz".

başka birisi dinlemeye geldiğinde -ya da şans eseri duyduğunda- sözlerimi, korkum hemen sahneye çıkıyor. rolü büyük. bir korkağı, bir sümsüğü, bir hiçkimseyi oynamak konusundan benden daha iyi oyuncu bulamazsınız. kendime olan öfkem, hayakırıklığım beni sarsıp duruyor; öylesine çok sarsılıyorum ki, net hiçbir şey göremiyorum. hayatımda net olan bir şey yok diyorum; "sağlıklısın, ailen yanında, çok iyi bir okulda eğitimine devam ediyorsun, seni seven insanlar var", diye cevap veriyorsunuz. zaten bize de buna itaat etmek öğretilmedi mi? bu sayılanlara itaat edip, onların üstünlüğüne kanaat getirmek. ve böylece (sözde) "mutlu" olmak.

her düşünmemde, her bunalışımda, karşımdaki zayıf bir insan kendini kaybettiğini farkettiği için ufacık bir an, ağlıyor. oysa konuşurken, üzerek bilinçlendirme gibi bir niyetim yok. belki de insanları inandıkları, itaat etmeye mahkum edildikleri mutluluklarında bırakmak gerekiyor bir noktadan sonra; hele de yaşça büyük kimselerse. tıpkı çocukların henüz linç edilmemiş, işkencelerden geçip sürgünlere yollanmamış, ırzına geçilip öldürlmemiş kendi kaçış (burada bahsettiğim, yeni bir "itaat etme-mutlulaştırılma" sistemine geçiş evresinin; "alışmak" fiiilinin acısından kaçıştır), varoluş (en azından kendi hayalgücü sisteminde) umutları gibi; yaşlıların da sonradan alışageldiği -bir zamanın zorlu yenisi olan- itaatları, mutlulukları, huzurları aynı denli korunmaya, sakınılmaya aç.

böyle bakınca, hayat iki evreden oluşuyor gibi; topluma karışmadan önce (bir bütünün parçası olmadan önce) ve karıştıktan sonra evreleri. tamam, ben size uç kuruşluk bilgimle toplumbilimi yapacak değilim; bir bütüne parça olabilmenin -hele de farkındalıklarla dolu bir çaresizken- sancılarından bir seçmece yapıyorum. seçmece yapıyorum diyorum ya, bu sancı, konuya girmemi bile engelliyor. dahası dediğim gibi, kendime haykırdıklarımı yazamıyorum. üzerinde bir dolanıp, iki türkçemizi kullanıp sakinlemeye bakıyorum.

sessizliğin içinde düşüncelerim birbirini izlerken, birbirini çürütmye, birbirine saldırmaya, birbirini pohpohlamya koyulurken, kendime konuştuklarım belki sandığımdan çok daha azdı diyorum bir an. yazdıklarım ondan da az... okuyacaklarınız bundan da az... en iyisi, bu yazımı okumayın. eğer yazımı yayınlamazsam hiç düşünmemiş sayacağım kendimi, ama siz bu yazıyı okumayın, indandığınız aşkına. emin olun, siz yazımı okumayın diye bu uyarımı yazımın sonunda yaptım. zira, evvelden belirtseydim çok daha fazla okuyacaktınız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder